9 Nisan 2013 Salı

DAĞLARDA BİR KÖY… ARAGE…

Aşağılara indik, yukarılara çıktık… Bir hayli yol gittik. Yol bozuk, minibüsler bayağı zorlanıyor. Bizler de zorlanıyoruz. Sıcak, dağ da olsa bunaltıyor. Özellikle kuru dere yatakları… Arazi büsbütün kıraçlaştı. Köylerde üç beş ağaç ve bir miktar yeşillik var. Sahi, bu köylerdeki insanlar ne ‘’işlerler’’. Sanıyorum, çokluğu emekli ve yaşlı. Yazın köy, kışın büyük şehir. Hani anlatırlar ya, köylere yaklaşınca köpekler ‘’ürer’’miş. İtler de yok. Toprak yolun, bir noktasında yol bitti. Hep birlikte hurraaa aşağıya indik. Şoförler aralarında konuşuyor. Bilmem hangi yerde yol geçit vermiyormuş. Uzun yolu kullanacakmışız. Haydaa… Arage uğruna katlandığımıza bakar mısınız? 
 
 
Bir inişin sonunda yüzümüzü serinlik yalıyor. Bir vadinin ortasından buz gibi bir dere çağıldıyor. Suyu bol, bereketli… Bir solukta iniyoruz. Dereye yukarıdan bakıyoruz, derenin kenarına inmek zor. Öylece bakıyoruz.
 
 
 
 
Derenin üstünde kemerli bir köprü. Perişan. Yıkılıyor. Bakımsız. Bir tarihi olmalı. Handere Köprüsü. Adını dereden alıyor. Muhtemelen Sultan Murat Yolu’nun bağlantısı. Paslı bir tabelada bir şeyler yazıyor. Paslı, dökülüyor. Okumak ne mümkün!  
Han Dere bereketli, balık dolu. Zaman yok. Balıkları tutmak kolay olmalı. O kadar çok ki… Burada, derenin serininde taze taze yerdik. Belki, bir başka zaman. Ne de olsa, bu memleket, bu dağlar bizim. Hoşça kal Han Dere… Araçlarımız homurdanarak yola koyuldu. Arageye…
Bir süredir sağımızdaki dereye paralel gidiyoruz. Derenin karşı yanı biraz bereketli. Toprak rengi farklı. Yol doğru devam ederken, araçlarımız sağa dönüyor. Dere yatağının üstündeki köprüyü geçiyoruz. Bir tabela ‘’ARAGE’’… Karşımız dik rampa… Homurdanarak çıkıyoruz. Sağa yanaştık. Gölgelik.
 
 
Ağaçların altında birkaç yapı. Küçük bir mescit. Bir sundurma. Sıra şeklinde masalar ve oturaklar. Yolun yanaştığımız tarafında, sundurmalı adak kesme yeri. Zeminine, duvarlara fayans döşenmiş. Tertemiz… Hemen yandaki bölmede kocaman bir kömür ocağı. Davlumbazlı falan. Burası da tertemiz. Serin, hafiften meltem esiyor. Yorgunuz. Yorgunluğumuzun yanında ‘’bittik’’ sözcüğü hafif kalır. Kendimizi sıralara attık. Kuş sesleri ve yaprak hışırtıları. Yorgunluğumuzu unutuyoruz.
Güzel bir çeşme yapılmış. Temiz. Buraları kullananlar belki hiç kirletmiyorlar, bekli de köyden hayrına birileri temizliyor. Su gür ve soğuk. İçmek, yüzümüzü yıkamak iyi geldi. Dağlar ve biz… Köy ve biz… Arage ve biz… Tam bir özgürlük… Bağır, çağır.. Koş… Boşal, rahatla… Su ve serinlik neler yaptırıyor, değil mi?
Ben yönümü şaşırdım. Arage’deyiz!  Arege nerede? Yanıt ardımdan geldi, ‘’Divriği topraklarındayız’’. Köy çapraz yukarıda. Ağaçların içinde. Vaha gibi…
İlk geldiğimizde aşağıda işleyen bir teyzem geldi, kapıları açtı bize. Oda kayboldu! ‘’Ellalem’’ köyde birkaç kişi var veya ‘’iyi saatte olsunlar’’ işgal etmiş köyü !  İki çocuk geliyor. Oğlan çocuğu 10-11 yaşlarında, kız çocuğu 6 yaşlarında. Oğlan bir atın yularından tutmuş. Efelenerek yukardan aşağı geliyorlar. Kız çocuğu çok güzel, sarışın ve de sevimli. Oğlan kıza sahip çıkıyor. Laf atıyorum; ‘’bu at kimin’’, oğlan ‘’benim’’ dedi babalanarak. Atı var ya… Kız hemen düzeltti, ‘’dedemin’’. Oğlan biraz mahçup, kızın elinden tuttu, hırslandı. Çocuklar, kardeş çocukları. İstanbul’dan nenelerine misafir gelmişler. Bilmem… öyle dediler!
 
Karnımız aç… ‘’Haydın… Bacılar…’’
 
12 Haziran 2012 Salı
Arege – Divriği
 
( 1. ve 7. Fotoğraflar alıntıdır. )